Bir yerde ölüm var, bir yerde şenlik…
Bir yerde gözyaşları aka aka tükenirken diğer yanda
yankılanan kahkahalar…
Ateş düştüğü yeri yakar, kavurur. Bunca ölüm varken bir sürü
de doğum var. Ölüm gibi doğum da bir döngü. Bir yerde biri ölüyorken diğer
tarafta biri doğuyor, seviniyor, bir şeyleri kutluyor. Çok zıt ama bir arada.
İnsan unutan bir varlık olmasa üzüntüden helak ola ola
ölürdü herhalde. İnsan bu kadar hızlı nasıl unutuyor ya da bu kadar hızlı nasıl
alışıyor anlayamıyorum sanırım. Hayatın ölüm ile doğum diye adlandırdığımız bu
iki ucunu tefekkür ederken bazen kayboluyorum. Ölüme rağmen hayata sıkı sıkı
tutunmak nasıl açıklanabilir ki? Ölümün o soğuk nefesinin bize dönük olmaması
onun olmaması anlamına gelmiyor. Bizde soluyacağız bir gün o nefesi. Belki son
nefes olarak belki de canım ciğerim dediğimizin son nefesine şahit olarak…
Her halükârda unutuyoruz.
Unuttuk diyelim saygı duymayı da pek beceremiyoruz.
Ölü evinin soğukluğunu bilir misin?
Kor düşmüştür oraya ama buz gibidir. Soğuktur, keskindir,
acıdır.
Buna rağmen insan hadsizliğe devam etmektedir.
Ölü evine misafirliğe laklak yapmaya gider gibi gider. Ölüye
de saygı duymaz, kalana da. Kendi boş dünyasını götürdüğü yerde sürdürmeye
devam eder.
İnsan neden bu kadar hadsizdir?
Ölüm onun da nefesini kesmeyecek mi? Önünde sonunda saygı
duyması gereken bir yasaya gevşekçe anlayışsız kalmak ne ile açıklanabilir ki?
Ölüm…
Bir evde bahar varken bir evde hüzün…
Biri doğarken ilk ağlamasıyla diğeri ölüyor geride
ağlayanlarla…
Hayat ne garip, hayat ne zor ve hayat bazen nasıl da
kördüğüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder